13 Eylül 2009 Pazar

Sevgili Öğretmenim,

Sana ilk görev yerinden; Gölpazarı’ndan yazıyorum. Satırlar arasında karşılıklı oturup birer kahve içmek, biraz söyleşmek, biraz dertleşmek, geçmişi anıp biraz tebessüm edebilmek için... Telefonların ceplerde taşınmaya, mektupların bilgisayarlarda yazılıp İnternet aracılığı ile yollanmaya başladığı gençliğinden, belki de ‘mektup’ sözcüğünün sadece kitaplarda kaldığı orta yaşlılığına bir selam yollamak amaç, bir ‘merhaba’ demek. Öğretmenim, sana otuz yıl öncesinden bir mektup almanın, zarfı özenle açmanın, satırları tekrar tekrar okumanın doyulmaz tadını hediye etmek için geldim.

Teybinde yol boyu İbrahim Tatlıses şarkıları çalan, pazar alış-verişinden dönen bir kalabalığının tıka basa doldurduğu ve hiç durmadan uğuldadığı; eski, kırık dökük bir minibüsle geldim bu kasabaya. Yani her şey filmlerdeki gibi başladı. Kasabanın girişinde yol boyu sağlı sollu uzanan tek katlı, bahçeler içindeki evler, Ankara’nın çok katlı kalabalığının çok uzaklarda kaldığının kanıtıydı...

Büyük şehirde doğup büyümüş olmanın alışkanlığından olsa gerek, bütün o minik ve şirin evler arasında, bulabildiğim en yüksek binanın en üst katına yerleştim. Kasabalıların deyimiyle çatı katına tünedim. Onların bahçeleri içindeki evlerinde duydukları huzura karşılık, ben kendimi ancak çok katlı bir binada güvende hissedebildim.

Güven... Ankara’nın geniş caddelerinden, o caddelerde sel sel akıp giden kalabalığından ve kimi zaman bir yol üstünde karşılaşılan o kalabalıktaki tanıdık yüzlerden sonra, bu küçük ve yabancı kasabada önce güveni özledim. Bütün yüzler yabancıydı... Aslına bakarsan çoğunluğu mavi veya yeşil gözlü, açık tenli, sarı saçlı bütün bu göçmen yüzler yerli, ben yabancıydım... Yürüdüğüm kaldırımlarda, geçtiğim sokaklarda, girdiğim dükkanlarda bir tek ben uymuyordum yıllanmış ve insan hayatlarına sinmiş bu kasaba dekoruna. Bir tek benim topuklarım tıkırdıyordu yolda yürürken, bir tek benim sesim çıkıyordu şehre giden minibüste ‘müsait bir yerde inebilir miyim’ derken, bir tek ben bilmiyordum pazardan elbise almayı ve bir tek ben sığamıyordum bu küçücük hayata. Ne zaman kendi kabıma sığamasam, Ankara’nın kalabalığına, hepsi birbirine açılan sokaklarına vurmaya öyle alışmışım ki kendimi , bu kasabanın ucu tarlalarda biten sokakları dar geldi bana. Kasabanın yolarına, caddelerine, ortasında mantar heykelleri olan meydanlarına sığamazken, tek odalı evimi dolduramadım kendi başıma.

Kendi başına olmak... Hep aynı şehirde, hep ailesiyle birlikte yaşayan biri olarak ilk ayak bağımdı kendi başıma kalmak. Ben annemin güzel yemeklerini kalabalık bir aile sofrasında sohbet eşliğinde yemeye alışkındım. Ne yemek yapmak ne de masada sessiz sakin oturmaktan anlardım. Önce yemek yapmayı öğrendim -tamamen mecburiyetten-sonra yalnız başıma yemek yemeyi... En sonunda yalnızlığımda kendi kalabalığımı bulabilmeyi. Issızlıkla yalnızlık arasındaki ince çizgiyi ilk kez burada fark ettim. Odamın penceresinden görünen dağları izleyerek ve müzik dinleyerek saatler geçirmeyi öğrendim. O pencerenin önünde şiirler yazdım, yazılar, mektuplar. Kitaplar okudum, şarkılar söyledim, resimler yaptım. ‘ Nasılsın?’ diye sordum o pencerenin önünde kendime, belki de ilk kez ‘huzurluyum’ diye bir yanıt verdim...

Huzur... Buraya ilk geldiğimde, gecelerce derin bir uyku uyuyamadım. Her akşam, ertesi sabah geri dönmeyi planladım. Bu küçük kasabada unutulmaktan, kendime kurduğum bu derme-çatma hayata karışmaktan korktum. Sevdiğim şehre geri dönememekten, geri döndüğümde sevdiklerimi bulamamaktan korktum. Bütün bunları düşünmek canımı acıttı, uykularım kaçtı. Uykularımı geri alamamaktan korktum...

Yaklaşık bir yıldır buradayım öğretmenim, yani senin ilk öğretmenliğinde, ilk görev yerinde. Bütün bu iç karışıklıkları, hayata yeniden başlamalar, her şeye yeni alışmalar arasında, çiçeği burnunda bir fizik öğretmeni... Bilsen ne çok isterdim şimdi kendime senin gözünle bakabilmeyi. Okul binasına ilk girdiğim, koridordan ilk geçtiğim, tahta başında ders verdiğim ilk gün yanımda olabilseydin... Öğrencilerimin ışıl ışıl yüzlerinde burada olmanın, bu küçücük kasabada hayata karışmanın anlamını okurken ben, sen yanıbaşımda gülümseyebilseydin... Öğrencilerimin küçücük dünyalarına sızıp dışarıda hızla devreden kocaman bir hayatın kapılarını aralarken, seninle karar verebilmek isterdim yaptığımın doğruluğuna. O kapıları ne kadar aralayabileceğimi sormak isterdim sana hiç olmazsa.Bilgine, deneyimine sığınabilmek isterdim.

Yaklaşık bir yıldır buradayım öğretmenim. Artık herkesinki kadar tıkırdıyor yolda yürürken ayakkabılarım. Herkesinki kadar uğultuya karışıp duyulmuyor minibüste sesim. Her girdiğim dükkanda ‘ buyurun hocam’ diye karşılanmak güven veriyor ilk günlerdeki tedirginliğimin aksine. Artık, yüzler yabancı gelmiyor; yollarda, parklarda, dükkanlarda beni gülümseyerek selamlayan öğrencilerim oluyor. Onlar, geleceğin kapılarını kendi başlarına aralamayı öğreniyor. Ve penceremin önünde dağlar yerli yerinde duruyor...

Sen nasılsın öğretmenim? Kırık dökük bir minibüsle geldiğin bu mantar şehirde kim bilir daha neler öğrendin? Kaç günü pencerenin önünde dağları izleyip şarkılar mırıldanarak geçirdin? Daha kaç küçük şehirde uykusuz ve huzursuz gecelerle alışmayı öğrendin? Daha kaç şehre dostlarını sürükledin? Kaç şehirde mektuplar bekledin? Mektup arkadaşlarının listesine hangi öğrencilerinin adını ekledin? Hala bir mektup açacağı duruyor mu çalışma masanda? Yoksa sen ve dostların da mı yenildiniz zamana? Beni özlüyor musun öğretmenim? Yüzünde tebessümle anabiliyor musun beni, hatalarıma gülümseyebiliyor musun? Yaz bana öğretmenim. Ununu eleyip eleğini duvara asmış bir fizik öğretmeninin alışıklıklarını, karışıklıklarını, yeniden başlamalarını yaz bana; çünkü ben sana geliyorum...

Bu günümden geleceğime sevgiyle...

Ocak 2004- Öğretmen Mektupları
Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı Yayınları