5 Haziran 2009 Cuma

azap

Hangi kapısından girsem zamanın, karşıma hep aynı geniş oda çıkıyor. Aynı karagözlü kız, bir eliyle bir tutam saçını kıvırarak yüzüme bakıyor. Usulca kapatıp kapıyı dışarı atıyorum bedenimi, kendime yeni bir çıkış aramaya başlıyorum...
Elimdeki mührü zarfların büyüklüklerine aldırmadan ardarda bastım.Yazıların okunmadığı, mürekkep lekelerinden oluşan bir çember çıktı zarfların üzerine. Bir sepette biriken zarfları kaldırıp üst kattaki odalardan birine taşıdım. Geri döndüğümde, masamın üzerinde mühürlenmemiş bir sepet dolusu zarf vardı. Masama oturdum, sandalyemde sağa sola yaylanmaya başladım. Telefon çaldı. Ahizeyi kaldırıp karşıdaki sesi yanıtladım. Konuşma bittiğinde çay ocağını arayıp bir bardak çay istedim. Kısa saçlarını jöleyle dikken diken yapmış çaycı çocuk çayımı getirdi. İçtim. Çay tabağına içtiğim çayın bedeli olan kağıt fişi bıraktım. Elime mührü alıp zarfları tek tek mühürlemeye başladım. Bütün zarflar bittiğinde sepeti alıp üst kattaki odaya çıktım. Daha önce getirdiğim zarflar yerinde yoktu. Zarflarla dolu sepeti masanın üzerine bırakıp dışarı çıktım. Merdivenlerden inerken bu gün ki işini bitirip
 evine giden bir iki mesai arkadaşımla karşılaştım.Onları başımla ya da hafif bir gülümsemeyle selamladım. Odama döndüğümde masamın üzerinde bir sepet içinde mühürlenmemiş yeni zarflar duruyordu. Aldırmadım. Telefonumu ve masanın üzerine yaydığım eşyalarımı çantama yerleştirip askıdaki ceketimi aldım, giyinerek koridorda yürümeye başladım. Asansör kapısının önünde kimse olmadığını görünce, düğmeye basıp asansör beklemeye başladım.

Kırmızı düğmede sarı bir ışık yandı ve asansör çınladı. Kapıyı açtım. İçerde küçük bir kızdan başka kimse yoktu. Karanlık asansörün orta yerinde bir yandan sol eliyle saçını kıvırırken, bir yandan da simsiyah gözlerini üzerime dikmiş bana bakan küçük kız, asansöre binerken başımla ona verdiğim selama da; gülümsememe de aldırmadı. Ona dokunmamaya çalışarak bir köşesine sindim asansörün. Aynada saçlarımı düzeltir-miş gibi yaptım... Ceketimin yakasını düzeltir-miş gibi yaptım... Eteğimi düzeltir-miş gibi yaptım... Asansörün düğmeleriyle oynar-mış gibi yaptım... Çantamda bir şeyler arar-mış gibi yaptım...O, gözlerindeki iki derin kuyuyla bana baktı sadece...

Açılan kapıdan bedenimi dışarı savurdum hızla. Ağır asansör kapısını içerde kalan kızın yüzüne çarparak kapatmaya çalıştım; inatla usul usul kapandı kapı. Çocuğun dışarı çıkmaması içimi rahatlattı. Çıkmak istememesine, orda öylece saçlarını kıvırarak beklemesine canım sıkıldı. Canımın sıkıntısını da içimin rahatlamasını da orda bırakıp binadan çıktım.

Benimle aynı binada çalışan ve yüzlerini defalarca gördüğüm insanları başımla selamlayarak, kimilerine mırıltılı bir sesle iyi akşamlar dileyerek caddenin aşağısına kadar yürüdüm. Dolmuş sırasına girip dolmuş bekledim. Beklerken hemen arkamda abuk-sabuk şakalar yapıp gülüşen liseli grubun sohbetini dinledim. Kimi saçma şakalarına gülmemek için dudaklarımın içindeki etleri kemirdim. Kimi şakalarına da gülmekten alıkoyamadım kendimi. O zaman da uflayıp puflayarak yere, saatime ya da başımı uzatıp durağın arka sıralarına baktım. Dolmuş geldiğinde hemen en arkaya geçip oturdum ve ilk binene şoföre vermesi için paramı uzattım. Paramın üstünü alır almaz da başımı cama yaslayıp uykuya daldım.

Tünelden sonraki ikinci durakta ineceğim için, tünelden önceki birinci durakta gözlerimi açtım. Akşam trafiğine yakalanmış onlarca aracın oluşturduğu ışıklı zincirin bir halkası olarak tünele girdi bindiğimiz dolmuş. Tünelden çıkıp ara sokaklardan birine kıvrıldı. Tünelden sonraki birinci durakta yaşlı bir karıkocanın isteğiyle durdu. Kapı tıslayarak açıldı. Yaşlı adam aşağı inip karısının elinden tuttu.Zavallı kadın bir eliyle kocasının elini,diğer eliyle önce kapıyı sonra merdivenleri tutarak, bir yandan da garip iniltiler çıkararak indi. Hemen arkasından bütün yolcular, kapının açılmasını beklermiş gibi, birer birer aşağı inip karanlıkta kayboldu. Kapı tıslayarak kapandığında, içerde yalnızca ben, şoför ve bir de eline bir tutam saç alıp parmaklarının arasında kıvırırken bir yandan da gözlerini bana saplayan kız vardı.

Bakışları saplandıkları yerde ince sızılar bıraktı ve bu sızılar tenimden içime doğru hızla ilerledi. Utanıp, bakışlarını üzerimden başka bir noktaya çekmesi için gözlerine bakmaya başladım. İki küçük mühür... Tıpkı gün boyu zarfların üzerinde bıraktığım mürekkep lekesi gibi; bembeyaz teninde, dolgun yanaklarıyla alnı arasında, kaşlarının gölgesinde, üzerindeki yazılar okunmayan iki kocaman siyah daire... Aldırmadı bakışlarımı ona çevirmeme. Hani elleri başının arkasından aldığı bir tutam saçı kıvırıp, kah düğümleyip kah çözmese, karşımdaki küçük kızın bir heykel olduğunu düşünürdüm ama...Sol eli öyle canlıydı ki. Sağ eli dizinin üstünde. Sağ eli cansız gibi...

Tünelden sonraki ikinci duraktan biraz ileride apar-topar kapıya koşup inmek istemem üzerine durdu dolmuş, tıslayarak açıldı kapı. İndim. Yokuş aşağı yürüdüm.. Yokuş aşağı inerken aklımın beynimin içinde hoplarken çıkardığı sesleri duyup saymaya başladım. Yirmi birinci adımda -aklımın kafatasıma yirmi birinci çarpışı- durup bakkala yöneldim. Ekmek aldım, bir iki çikolata, bir paket patates cipsi, biraz kuruyemiş, meyve suyu. Sigara almadım. Sigara içmiyorum ki, neden sigara alayım? Bir katalitik sobayla ısınan bakkal dükkanının dışarıdan bakıldığında “AÇIK”, içeriden bakıldığında “KAPALI” yazan kapısını tek elimle araladım. İçeriye soğuk girdi, ben dışarıya çıktım.

Dışarısı, aynı karanlık oda...Aynı karagözlü kız, aynı sol eliyle, aynı saç tutamını kıvırdı parmaklarının arasında. Göz çukurlarında aynı karadelik... Bu kez daha fazlasını görmek istedim. Korktuğumu sezdirmemeye çalışarak bakışlarımla daha çok yaklaştım göz bebeklerine. Yaklaştıkça zamanın büyüdüğünü fark ettim; büyüdükçe kendi üzerine kıvrıldığını. Göz bebeklerinin içine düşmemek için, bir elimle apartmanın kapısına tutundum. Ve içimden, bütün bir ömür ardımdan geleceğini bile bile, peşim sıra eve gelmemesi için dua ettim..

Kapıyı açıp kendimi apartmanın içine, onun beni çektiği karadeliğin dışına attım. Zaman nihayet eski hızıyla savrulup geçti yanımdan. Kapıcıyı selamlayıp üst kata çıktım. Yanından geçerken göz ucuyla asansöre baktım ama; merdivenlerden çıkmayı tercih ettim. Anahtarımı iki kez çevirdim kilitte. Kapım açıldı. Işığa gitti elim. Hemen arkasından bir düğmeye basıp bütün evimi huzurlu bir müzik sesiyle doldurdum. Üzerimdeki elbiseleri çıkarıp pijamalarımı giydim.Yarım ekmek arasına domates ve peynir koyup bir bardak çay aldım. Bir kahvaltı tepsisi içinde getirip televizyonun karşısına oturdum ve tepsiyi kucağıma alıp sandviçimden kocaman bir ısırık aldım. Bir yandan da televizyon kumandasının düğmelerinde dolaşıp, izlemeye değer bir şeyler aramaya başladım. Üzerinde ‘altı’ yazan düğmeye bastım.

Aynı karanlık oda belirdi televizyonun ekranında. Aynı kara gözlü kız. Aynı bakışlar. Aynı eller. Aynı saçlar; aynı parmakların arasında, aynı şekilde kıvrılmakta...

Bir yerden tanıyordum ben bu bakışları. Eller de yabancı gelmedi hiç. Elleri usul usul kıvırmasa saçlarını, gördüğüm bir resim sanabilirdim kızı. Ama eller, inatla kıvırdı saçları. Gözler yeniden tenime saplandı. Bir yerden tanıyordum ben bu bakışları...

‘Yedi’ yazan düğmeye basıp uzun bacaklı şiş dudaklı kızların dans ettiği bir yarışma programına attım kendimi. O kızın ‘altı’ numaralı düğmede beni bekliyor olması canımı sıktı. Biraz kitap okudum. Bir elma yedim. Elmanın çöpünü masadaki kağıtların üzerine bırakıp yatmaya gittim. Ama aklımda hep o kız vardı. Elma yerken de, kitap okurken de, uyumaya giderken de... Ben bu kızı nerde görmüştüm daha önce? O bakışları nerde?...

Akşam saati kurmayı unuttuğumdan, olması gerekenden çok geç uyandım. Zaten bütün gece rüyamda o kızı gördüğüm için doğru dürüst uyuyamadım. Hemen giyinip dışarı çıktım. Kapıyı kilitlemeyi unutmadım; ama zaman kaybetmemek için kilitlemedim. Merdivenleri koşarak indim. Apartman kapısını açtım ve
Aynıgenişsiyahodadaaynıkaragözlükızaynısaplanmışbakışlarla,elleriylesaçınıkıvırıpdüğümleratarakvedüğümleriçözerekbanabaktı.

Ben bu bakışları bir yerden tanıyordum; ama nerden...Bu karagözlü kızı son on yıldır, bu kadar sık olmasa da, zaman zaman görmüştüm, ama nerde? Bir film? Tanıdık bir yüz? Bir resim? Kendi resmim? Evet, kendi kahverengi gözlerimle, ben de böyle bakardım bazen. Kızgınken mesela?..Değil...Küskünken?...Değil...Meraklı, bir şey sormak istediğimde?.. Değil...Hay Allah! Ne zaman böyle bakardım ben?

İş yerimin kapısını açıp bedenimi geniş karanlık odadan dışarı attım ; ama aklım hala o odada, o bakışlardaydı. Bana benziyordu işte. Benim bakışlarıma. Ben ne zaman böyle bakardım? Üzgünken?....Değil. Mutluyken hiç değil... Korktuğum zaman? ........Değil... Peki ne zaman? Yok, ben böyle bakmazdım. Cık. Hiç bir zaman hem de. Bel ki sadece bir kez. O da öldürmeden önce...

On dört yaşımdaydım.On dört yaşında bütün çocuklar ölüme yakın durur, kendi ölümlerine. Ben başkasının ölümüne yakın durmuşum; en yakın arkadaşımınkine...Evde bizden başkasının olmadığı bir gün, içi yer yatakları, yastıklar ve yorganlarla dolu dolabın kapısını birlikte açtık. İnce kollarımızı yatakların arasına daldırıp sağa sola açarak aradığımızı bulmaya çalıştık. O çıkardı en alttaki mavi şilteli bir yer yatağının arasından. Namluyu üzerime tutup nişan aldı. Dipçiğini koltuk altına sıkıştırıp askerce bir poz verdi. Sonra omuzlarına alıp bir asker pozu daha. En sonunda sıra bana geldi. Beceriksizce aldım elime. İşaret parmağımı tetiğe dokunduğumda tenim demire kesti. Amcamın avdan getirdiği keklikler sıcak sıcak titreşti avucumda. Ağzına, boyundan büyük bir gülümseme yayarak karşıma geçti arkadaşım. Ellerini beline koyup tetiğinde parmağımın titreştiği namlunun ucunu göğsüne dayayarak bir yiğitlik pozu daha verdi. “Hadi görelim bakalım, katil amcanın katil yeğeni, vursana beni”diye, yersiz bir şakayı zamansız savurdu hayata. Keklikler titreşti. Parmağım gerildi tetikte. En iyi arkadaşım kekliklerle bir oldu, gitti...

“Oynarken arkadaşını vuran zavallı kız”ı -gazeteler böyle yazmıştı- herkes çok sevdi...
En çok da, onun annesi...

İyi de...Bu kız kim? Neden bakıyor bana öyle...

Masamın üzerindeki sepette yığılı duran zarfların üzerine bir sepet daha eklenmişti. Bir bardak çay içtikten sonra mektupları mühürlemeye başladım. Telefon çaldı. Açtım. Karşıdaki sesin sorularını yanıtladım. Başını çalıştığım odaya uzatıp selamlayan bir iki kişiyle mühürleme işini bırakmadan kısa sohbetler ettim. Onlar hayattan yakınırken eşlik ettim. Bir-iki homurtu da ben çıkardım. Üstelik onlardan daha güzel homurdandım. Telefon çaldı. Açtım. Yanlış numara olduğunu söyleyip kapattım. İlk sepetteki zarflar bittiğinde üst kata çıkıp onları her zamanki masaya bıraktım. Ben sepeti bırakırken, sıkılmış ve yorulmuş bir ifadeyle yüzüme bakan saçları gereğinden sarı boyanmış kıza göz kırptım.Gülümsedi. Odadan çıktım. Odama döndüm. Masamın başına oturdum. Sepetteki zarfları mühürlemeye başladım. İçlerinden birinin ağzı açılmıştı. Mühürleyip onu da diğerlerinin arasına attım. Sonra vazgeçtim. Daha doğrusu merakıma yenildim. Attığım sepetten geri aldım zarfı; kapağını açtım.

Zarfın içinden kızın bakışları çıktı...Aynı karanlık odada, sol eliyle saçlarını parmaklarının arasında dolandırarak, bir düğümleyip bir çözerek -sağ eli dizlerinin üzerinde- kara gözlerini tenimden içeri daldırarak bana baktı yine...

Geri dönebilir miyim diye düşünmeden,zarfın aralık ağzından içeri daldım.
Kıza yaklaştım. Bir hayalle aynı odada olduğumun farkındaydım artık. Ama bu kadar güzel bir hayali nasıl kurduğuma şaşırdım. Bembeyaz teni, koyu kahverengi saçları, pembe dudakları ve kara gözleri ancak bir hayal olabilirdi. Saçları kıvrım kıvrım, parmaklarının arasındaydı.Hayalimi çok sevdim...

Gözlerine baktım korkmadan. Görmediğini gördüm... Bu iki kara kuyu sadece bakıyordu... Demek, istesem de içine düşemezdim gözlerinin. Sağ elini elime aldım. İrkildim! Sol elini kavradım, sol eli cansız düşüverdi avuçlarıma. O zaman saçlarının parmaklarının arasında kendiliğinden kıvrıldığını fark ettim. Saçlarına dokundum...Saçları parmaklarıma dolanıp kıvrılmaya başladı. Okyanus koktu; saçlarından dalga sesleri çıktı kıvrıldıkça. O an karar verdim bir gün bir kızım olursa adını ‘Derya’ koymaya. Yüzüne dokundum parmaklarımın ucuyla. Hissetmedi bile dokunuşumu. Oysa benim parmaklarım üşüyüp morardı hemen, buz kesti. Buzdan parmaklarımla dudaklarındaki mührü kırdım alacağım bütün cezalar pahasına. Mührün kırılmasıyla, önce gözyaşları süzüldü ağzının kıyısından, sonra sözcükler:

- Anne, dedi, onu neden vurdun?


Kül Öykü/2004