5 Haziran 2009 Cuma

Bir Akıl Hikayesi

“Tarzaaaaaaaaaaaaaaaaaannnnn”
Ellerini, omuz hizasında iki yana açıp, parmaklarını ağır ağır şaklatarak Zeybek oynamaya başladı. Sandalyelerini birbirlerine değil, masalarına değil yola çevirip, bütün gün yolu izleyen kahvedekiler, alışkın bakışlarla seyrettiler ortalıkta dönüp duran adamı.Gülmeye üşendiler.
“Tarzaaaaaaaaaaaaaannnnnnnnnn”
Yıllardır aynı kahvede, aynı sandalyelerin üzerinde beklemekten heykelleşmiş yüzlere,kir-pas içindeki bedenine dokunmamak için yanından geçerken geniş yaylar çizen temiz-pak bedenlere, ortalıkta dönüp duruşuna gülen çocuklara aldırmadan, uzun uzun Zeybek oynadı Tarzan. Oyunu bittiğinde,
 kahvenin karşısındaki kaldırımın kenarına oturdu.Terini sildi elinin tersiyle. Çorabından sıyrılmış paçasını tekrar özenle çorabına sıkıştırdı. Yerine göre yastık, yerine göre mendil, yerine göre minder yaptığı beresini düzeltti.
“Oooo Tarzan” dedi, kasabanın emekli öğretmeni “senin dem vaktin gelmiş. Al şunu da git demlen.”
“Eyvallah Hocam” dedi verdiği parayı alırken, toparlanıp ayağa kalktı, bir de asker selamı çaktı.
Ağır ağır ve sessizce yağan yağmura aldırmadan, şarabını alıp yine kahvenin karşısındaki kaldırıma oturdu. Kahvedekilerle aynı yola, aynı yoldan gelip geçenlere takıldı gözleri. Orada kim bilir kaç zaman şarabını yudumlayıp yolu izledi. Kahvedekiler her ne bekliyorsa o da bekledi. Her ne beklediyse gelmedi. Sıkıldı yolu izlemekten. Beklemeyi oldu bitti sevmezdi zaten. Gözleri sataşacak, iki laf edip şakalaşacak birini ararken, kahvenin önündeki çocuğa takıldı birden. “gel” der gibi bir işaret yaptı başıyla, omzunu silkti çocuk. Çocuğun, gözlerinden köpürüp salyalanarak taşan bakışları, bakkalın önüne bırakılmış kırmızı bisiklete götürdü Tarzan’ı. O bakışların açlığındaki ‘göze almışlık’ı sınamak istedi deli aklı. Ağzının kıyısında hınzır bir gülümsemeyle “git al ulan n’olacak” der gibi bir baş işareti yaptı çocuğa, bir de göz kırptı. Onun, deli oluşuna aldırmadı çocuk, bisikletin sahibinden izin almış gibi koşup sarıldı bisikletin boynuna. Telaşla ayağa kaldırdı kaldırıma yatırılmış boyundan büyük bisikleti. Üzerine tırmandı ve pedallarına tam olarak yetişmeyen ayaklarıyla, yarım yarım pedal çevirmeye başladı. Gülümsemesi gülüş oldu Tarzan’ın, gülüşü çığlık çığlığa bir kahkaha. “Ha ha ha gaç ulan, gaç geliyo oğlan ha ha” Bisikletin üzerinde belki beş, belki on yarım tur atmıştı ki çocuğun telaşlı ayakları, Tarzan’ın kahkahası güçlü bir fren çığlığının altında kaldı. Fren sesinden korkan bisiklet, ıslak zeminde kayarak büyük sarı bir kamyona doğru savruldu ve kamyonun tekerleğinin altına saklandı.
Kahvede bekleyenler, beklemedikleri bu olayın şaşkınlığını üzerlerinden çabuk attılar. Herkesten önce koştu kahveci. Tekerin önünde büzüşüp kalmış çocuğu o çıkardı yamulmuş bisikletin hapsettiği kafesten. Kırık var mı diye eliyle çabuk çabuk yokladı bedenini. Baş parmağını çocuğun damağına takıp başını yukarı doğru silkeledi korkusu geçsin diye. Hafiften iki de tokat attı kendine gelmesi için. Korkudan sımsıkı kilitlediği gözlerini açar açmaz, çevresindeki kalabalıktan kaçmak için çırpınmaya başladı çocuk. “Amca bırak, bırak n’olur gideyim…”
“Ölmüş mü?”
“Kimin çocuğu”
“Amca bırakın n’olur...Eve gideyim…”
“Dur oğlum gıpırdanma hele…”
“Altına işemiş ulan!”
“Kırık var mı?”
“Yok yok. Bişeyi yok keratanın. Zamanında durdu.”
“Nasıl oldu?”
“Amca bırak, n’olursun bırak...”
“Suç çocuğun!”
“Yok yav gamyoncunun!”
“Yola fırladı n’apsın adamcağız””
“Ben gördüm, gamyon hızlı değildi, yoksaaa...”
“Amca bırak beni n’olur… Bırak gideyim...”
“Dur oğlum, ağlama bişey yok korkma!”
“Bisikleti çalıyodu eşşoğlusu!”
“Vay geberesice…”
“Amca vallaha iki tur atıp gelecektim.”
“Demen öyle lennn! Nihayeti çocuktur…”
“Yaaa! Allah’ın sopası yok! Gördün mü hele!”
Başını titreyen ellerinin arasına alıp bir kenarda sakinleşmeyi bekleyen kamyon şoförü, çocuğun çırpınışlarını ve kalabalıktan kaçmak için yalvarışlarını görünce, bir anda onu çevreleyen kalabalığı yarıp, bütün gücüyle iki tokat savurdu çocuğa. Bir üçüncüsünü savurmak için kaldırdığı elini kahvedekiler tuttular. Adamı, gerilip kaskatı kesilmiş ellerinden tutup kasaba meydanındaki çeşmeye götürdüler; korkusunu da, öfkesini de suya versin diye...
Kalanlar, çocuğa bağırıp-çağırmaya, niye hızlı gittiğini, niye birden bire yola çıktığını, niye önüne bakmadığını, niye dikkat etmediğini, niye el alemin bisikletini çaldığını sordular; kah azarlayan, kah öğüt veren ses tonlarıyla.
Çocuk yalvardı. “Amca n’olur bırakın gideyim.” Duymadılar… Duydular belki ama anlamadılar. Belki anladılar da, anlamak istemediler. Belki hoşlarına gitti bir ‘olay’ın içinde olmak. Daha yüksek sesle konuşup daha büyük el kol hareketleri yapmaya başladılar olayı izleyen gözler arttıkça. Çevresini saran ve sürekli konuşan, uğuldayan, bağrışan kalabalığın içinden beliren tanıdık bir yüz imdadına yetişti çocuğun. Mahallelerinden birinin yüzünü görmek, evine gidebilme umudunu artırdı birden. Anasını özledi.
“Ulan yeterin daraldı çocuk! Açılın hele!” deyip elinden tuttuğu çocuğu kahveye doğru sürükledi adam. “Gel oğlum, otur şöyle masaya. Sen de bi gazoz getir oğlana. Yeterin bağırmayın ulan çocuğa, zaten kimi kimsesi yok bu garibin, ölse ağlayanı olmaz, üzerine gitmeyin daha!” deyip, az önce kamyoncunun havada kalan eliyle, kamyoncudan da güçlü bir tokat savurdu çocuğa.
Kahvenin karşısındaki kaldırımdan kalkmadan, elinde şarap şişesiyle, olan biteni izledi Tarzan.
Kahvedekiler yerlerine dönmüş, sandalyelerine çakılmış, gözlerini yola dikmiş, homurdana homurdana beklemeye başlamışlardı yeniden. Çocuk, bir türlü elinin gitmediği gazoz şişesiyle burun buruna, bir kedi yavrusu gibi sinip oturmuştu gösterdikleri masaya. Çakır gözleri küçülmüş, yüzündeki çiziklerden sızan kan lekeleri kurumuş, omuzları iyice çökmüş; homurdanan, öğüt veren, kimsesizliğine acıyarak ah-vah çeken, azarlayan bakışlar fırlatan adamların arasında, oturduğu sandalyeye gömülmüş bekliyordu. Bekledikçe anasına özlemi artıyor, bedeninin olur olmaz yerlerine ağrılar giriyor, içinden şöyle ağız dolusu küfrederek koşup eve gitmek, kimsenin kendisini bulamayacağı bir yere saklanmak, o kuytuda sahipsizliğine ağlamak geliyordu ama bekliyordu o yine de kahvedekilerle, bekledikleri her neyse…
Duramadı yerinde Tarzan. Masanın üzerinde duran gazoz şişesinde, bir yudum bile eksilmeden bekleyen gazoz, canını sıktı. Şarap şişesini alıp köprüye doğru yürüdü. Korkuluklardan nehre bakarken, daha da sıkıldı canı. Çocuğa “git al ulan n’olacak” diyen bakışı gelip geçti suyun üstünden. Pişmanlığın ekşi tadı yayıldı damağına. “Bi deli bi kuyuya…” dedi içinden, sonra başladı deli ye de kuyuya da kırk akıllıya da sövüp saymaya. Dönüp yeniden kahveye baktı, masanın üzerinde hiç eksilmeden duran gazozdan başka bir şey göremeyince, öfkesi daha da arttı. Çocuk gazozu alıp içsin istedi. Her yudumda gülümseyerek, ağzını şapırdatıp diliyle çenesine kadar yalanarak, tadını çıkararak, bitmesinden korkarak içsin istedi. Gazoz içmenin keyfi yayılsın istedi çocuğun çakır gözlerine. Gözleri gülümsesin istedi. Oysa çocuk beklemede...
Tarzan, beline kadar sarktığı korkuluklardan nehre bakarken, kendi sahipsiz çocukluğu çırpınarak akıp geçti köprünün altından. Uzattı elini, tutamadı… Ayaklarına bağlı kimsesizlik yüzünden bata çıka ve taşlara çarpa çarpa sürüklendi mutsuz çocukluğu, delikanlılığı, koca adamlığı… Yıllar önce, bu günkü gibi uğuldayan insan seslerinin yırttığı zamandan şaraba sevdalı bir deli kılığında firar ettiğinde mutlu bir adam olabilmişti nihayet… Ulu orta şarkı söyleyip zeybek oynamaya başlamıştı o gün. Deli olmak yalnızlığından sıyırmıştı Tarzan’ı. Akıllılık edip tam zamanında delirmese ölecekti kesin. İnsanın içini kemiren bir hastalık gibi gün gün yiyip bitirecekti kimsesizlik.
Dönüp kahveye baktı bir daha. Çakır gözleri gördü ve dolu şişeyi... Nehre döndü yüzünü yeniden, içindeki sıkıntıyı yıkayabilmek için bütün nehri içmek istedi. Olmazdı. Görmemek istedi ortada salına salına gezen sahipsizliği. Bunca balıkçıyı boğan bu nehir beni boğmaz mı hiç? diye düşündü. Bu kasabadan boğulup gitmek istedi. Atlayıp suya, bütün bu beklemeden de, şu çocuğun çakır gözlerinden de, gazoz şişesinden de, o tükenmeyen lanet gazozdan da kurtulmaya karar verdi.
Kahvedekiler, onun şarap şişesini köprünün kenarına bırakıp, korkuluklara tırmanmaya çalıştığını gördüler. Kimse aldırmadı bu tehlikeli oyuna. O güne dek hiç kimseye zarar verdiği görülmemiş bu delinin kendine zarar vereceğine de ihtimal vermedi onu izleyenler. Nasıl olsa az sonra gelir, kollarını iki yana açar, döne döne Zeybek oynar, yorulunca kaldırıma oturup gelen geçenle şakalaşır, sıkılınca da oracıkta uyuklardı. Bekledikleri gibi de oldu. Tarzan nerdeyse yarı bedeni korkuluğu aşmışken, birden doğruldu ve tekrar köprüye indi inmesine de…
Olduğu yerden şimşek gibi çaktı Tarzan. Köprüde parlamasıyla, kahvedeki çocuğun yanına düşmesi bir oldu. Çıplak ayaklarının, koşarken su birikintilerine çarpmasıyla çıkan gürleme sesi, kahveye sonradan geldi. “Bir deli bir kuyuya bir taş atmış da kırk akıllı da çıkaramamış da…Hay o delinin de, o akıllıların da, hay o kuyunun da, o taşın da, hay o suyun da...” diye mırıldana mırıldana gelip çocuğu sindiği masanın arkasından kapıp çıkardı.
“Ulan gazozu döktün!” dedi, gazozu ısmarlayan adam, üstü kirlenmesin diye sıçrayıp ayağa kalkarken.
Gazoz, masada kıvrılıp tıslayarak yayıldı...
Çocuğu kucağına alıp, yolunu kesmeye çalışan bir iki şaşkın kasabalıya omuz atarak geldiği gibi bir şimşek çakmasıyla yeniden köprüye koştu Tarzan. Kahvedekiler de onun peşi sıra koştular ama, şaşkın adımlarıyla hızına yetişemedikleri Tarzan’ın elindeki çocuğu küçük bir kum çuvalı kaldırır gibi kaldırdığını, ne kasılmış kollarının çırpınışına ne de çığlıktan çok iniltiyi andıran sesine aldırmadan, onu nehre fırlattığını görünce oldukları yerde donup kaldılar.
Gazoz tıslayarak yayılıyordu daha...
Köprünün kenarından şişesini aldı Tarzan. Çocuğun ardından onu da fırlattı suya. Kaldırdı kollarını, başladı oynamaya.

Elbruz /2004